Mouse İle Üzerine Geliniz

Mouse İle Üzerine Geliniz -----))--@

4 Ocak 2011 Salı

Kâinâta Meydan Okuyan Şehâmetli Îmân

İnsanlara yapılacak en faydalı ve en kalıcı hizmet, onların gerçek hidâyete, tam istikâmete, ebedî saâdete ve sonsuz selâmete ermelerine vesîle olmak ve bu uğurda gayret göstermektir. Yani, insanları ya doğrudan doğruya veya dolayısıyla Yüce  Allah’a, O’nun fazl ve keremine, af ve mağfiretine, azamet ve haşmetine, merhamet ve şefkatine, mağfiret ve muhabbetine, Yüce Kitâbına ve Sevgili Peygam- berine davet etmektir.
Hem insanların en fazla muhtaç oldukları husus, ebedî saâdetlerini netice verecek olan kâmil îmâna ve gerçek hidâyete ermek olduğu gibi, en fazla muhtaç oldukları dâvet de her türlü kurtuluşun ve huzurun vesilesi ve azmin ve şevkin kaynağı olan îmâna ve hidâyete yapılan dâvettir. Çünkü insan, ancak kalbindeki kâmil îmânın kendisine bahşettiği kuvvet ve şehâmet sayesinde, boğucu hâdiselerin hücumundan ve etkisi altında kalmaktan kurtulur, kalbindeki hakîkî îmânın derecesine göre kâinâta bile meydan okuyacak kadar pervasız bir hâle yükselir ve ancak bu sayede başta rûhu olmak üzere bütün şahsiyetini fani şeylerin esâreti altında perişan olmaktan  kurtarıp gerçek hürriyete kavuşur. 
İşte düşündürücü ve ibret verici bazı örnekler:
Ebû Zerr (r.a.)’in şehâmetli îmânı:
Ebû Zer, Mekke’de Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem’i görür görmez, içi birden Ona ısındı ve “bana İslâm dîni hakkında bilgi verir misiniz?” dedi.
Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem İslâm dîni hakkında bilgi vermeye başlayınca Ebû Zerr’in sevincine diyecek yoktu. Âdeta gökte aradığını yerde bulmuşçasına kendini huzur ve sevinç içinde hissetti ve hiç tereddüt etmeden kelime-i şehâdeti getirerek Müslüman oldu.
Artık Ebû Zerr’in kalbi îman ve hidâyet nûruyla parlıyor ve ruhu alev alev azim ve şehâmet ateşi ile yanıyordu. Öyle ki, kabına sığmıyor ve kabul ettiği hakikatleri herkese duyurmak istiyordu. Nitekim, Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem’e “Seni hak ile gönderen Allah’a yemin ederim ki, ben bu hakikatleri Kureyş müşriklerinin ortasında haykı-racağım.” dedi ve onların bulunduğu yere giderek âvâzı çıktığı kadar şöyle haykırdı:
“Ey Kureyş topluluğu! Beni dinleyin. Biliniz ki, ben Ebû Zer, Allah’tan başka hiçbir ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna kesin olarak şehâdet ediyorum.”  
Bunun üzerine orada bulunan müşrikler, ellerine geçirdikleri taş ve sopalarla Ebû Zerr’in üzerine yürüdüler ve onu bayıltıncaya kadar dövdüler. Bu Hâdise iki üç kere daha tekrarlanıyor ve her birisinde Ebû Zer aynı coşku ve şehâmetle îmânını ve İslâm’ını ilan ettiği ve onları da îman edip İslâm’ı kabul etmeye davet ettiği gibi, onlar da aynı şiddetle karşılık veriyor ve onu bayıltıncaya kadar hırpalı-yorlardı.
Bir keresinde onların bu kin ve öfke dolu şiddetli hâllerini gören Hz. Abbâs, “Ne yaptığınızın farkında mısınız? Dövdüğünüz bu şahıs, sizin ticaret yolunuz üzerinde bulunan Gıfâr kabilesindendir.” demiş ve ancak bununla onu ellerinden kurtarabilmişti.
Ebû Zer (r.a), Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in tavsiyesiyle Medine civarında bulunan ve doğup büyüdüğü yer olan Gıfâr yurduna döndü. Ancak döner dönmez çevresindekilere de İslâm’ı anlattı ve onları da İslâm’a davet etti. Annesi, kardeşi ve kabilesinin yarısı onun sayesinde Müslüman oldu.
Kendi yurdunda bir müddet kaldı ise de, Onun hasretine daha fazla dayanamayıp o da Medîne-i Münevvere’ ye hicret etti ve sabah akşam sohbetlerine sürekli olarak iştirak etti.
Ebû Zerr’in Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem’e bağlılığı o kadar fazla idi ki, Ondan başkasına bahsederken “Dostum” diyerek bahsederdi. Hattâ bir keresinde dayana- mamış ve şöyle demişti:
“Yâ Rasûlallah! Bir insanın kalbi sevdiğine karşı nasıl olur da bu kadar muhabbetle dolu olur diye, doğrusu çok hayret ediyorum. Benim kalbim sadece Yüce Allah’ın ve Rasûlü’nün sevgisi ile doludur.”
İşte Ebû Zer, sevgisini böyle açığa vuruyordu. Ancak bununla yetinmiyor  ve bu sevgisini Yüce Allah’a itaat ve Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’in sünnetine riâyet etmekle ispat ediyordu.
Ebû Zer (r.a.), bu îmân coşkusunu ve şehâmetini, bu muhabbet ve bağlılığını hayatının sonuna kadar devam ettirmiş ve her fırsatta gözünü budaktan esirgemeden hakkı ve hakikatleri neşreden âdeta bir dil kesilmişti. Nitekim kendisinin her doğruyu her yerde söylemesini engellemek isteyenlere karşı bir keresinde şöyle karşılık vermişti:
“Yemin ederim ki, kılıcı enseme dayasanız, başımı uçurmadan önce Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem’den duyduğum bir gerçeği söyleyebileceğimi bilsem, kesinlikle yine onu söylerim.” 
* * *
Hz. Ömer (r.a.)’in şehâmetli îmânı:
Hz. Ömer (r.a.), Müslüman olunca, arkadaşlarıyla birlikte Ka’be’ye giderek namaz kıldı, orada bulunan Müşriklere Müslüman olduğunu ilan etti ve ondan sonra ancak teskin oldu.
Hz. Ömer Müslüman olunca, ruhunu kuvvetlendiren ve kalbini aydınlatan îmânın şehâmetiyle çevresindekilere dedi ki: Bu Mekke havalisinde ağzı en gevşek olan ve duyduğunu hemen başkasına söyleyen kimdir ki, ben ona gidip Müslüman olduğumu söyleyeyim de, o da benim Müslüman olduğumu herkese ilan etsin.
Dediler ki, Cemil adındaki filan kimsedir. Hemen kalkıp söylenen şahsın yanına gitti ve ona, “Haberin olsun, ben Müslüman oldum.” dedi.
Yine arkadaşlarına dedi ki: Bu Mekke havâlisinde İslâm’ın en büyük düşmanı kimdir ki, ben gidip ona hidâyete erdiğimi ve Müslüman olduğumu söyleyeyim de, o da gayzından, kininden ve öfkesinden çatlasın.
Dediler ki,  bu kimse Ebû Cehil’dir. Hz. Ömer, kalkıp Ebû Cehl’in yanına gitti ve ona Müslüman olduğunu bildirdi. (İbn-i Hişâm, 1/375)
* * *
Hz. Şeybe (r.a.)’nin şehâmetli îmânı:
Sahih bir nakil ile haber veriliyor ki: Hazret-i Hamza, Uhud harbinde Şeybe bin Osman’ın hem amcasını, hem de pederini öldürmüştü. İşte bu Şeybe, bir savaş esnâsında hem babasının hem de amcasının intikamlarını almak için gizlice geldi, Rasûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın yanına kadar sokuldu ve arkasından vurmak üzere kılıcını kınından sıyırarak kaldırdı. Fakat tam o esnâda her nedense kılıcı birden elinden düştü.
Rasûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona şöyle bir baktı. Onun o andaki bu perişan halini gördü ve ona öfkelenmek yerine mübârek elini şefkatle Şeybe’nin göğsüne koydu ve hidâyete ermesi için Yüce Allah’a niyazda bulundu.
Bunun üzerine Şeybe, hemen oracıkta îman ederek İslâm’a girdi. Hz. Şeybe (r.a), îmân edip de İslâm’a girdiği o şerefli ânı anlatırken şöyle derdi:
"İşte o dakikada dünyada Ondan daha sevgili adam benim nazarımda yoktu."
Rasûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, henüz îmân etmiş olan Şeybe’ye ferman etti: "Haydi git, harbet!"
Hz. Şeybe (r.a.) diyor ki: "Ben gittim, Rasul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın önünde harbettim. Eğer o vakit pederim de rast gelseydi, vuracaktım." (Mektûbât, 147)
* * *
Hz. Fedâle (r.a.)’nin şehâmetli îmânı:
Mekke’nin fethi gününde Fedâle nâmında birisi, Rasûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın yanına, O’nu vurmak niyetiyle geldi. Rasûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ona bakıp tebessüm etti ve "Nefsinle ne konuştun?" dedi. Sonra da Fedâle için Allah’tan mağfiret isteğinde bulundu.
Bu duânın eseri olarak Fedâle, hemen îmâna geldi ve hidâyete erdi.
Hz. Fedâle (r.a.) daha sonraları özetle şöyle derdi:
"Îmân ettiğim ve hidâyete erdiğim o anda, gözümde Ondan daha çok sevebileceğim hiçbir kimse kalmadı." (Mektûbât, 117)
* * *
Hz. İkrime (r.a.)’nin şehâmetli îmânı:
İslâm’ın en azılı düşmanı Ebû Cehil’in oğlu olan İkrime, İslâm’a ve Hz. Muhammed sallallahü aleyhi ve sellem’e karşı düşmanlıkta babasından hiç de geri kalmayan biriydi. İslâm’ın o derece hınçlı bir düşmanı idi ki, Mekke fethi gününde herkes mücâdeleyi bıraktığı halde, o çevresine top-ladığı fedâî arkadaşlarıyla mücâdeleye devam edecek kadar düşmanlıkta ileri gitmişti. Fakat aslâ başarıya ulaşamaya-cağını anlayınca, kurtuluşu firarda aramış ve Yemen’e doğru kaçmıştı.
Mekke fethinde kendilerine emân verilenlerden birisi de İkrime idi; ancak o bu emân”dan habersiz idi.
İşte Mekke’nin fethedildiği günlerde Müslüman olan ve kocasına da emân verildiğini öğrenen İkrime’nin hanımı, değişik yollar deneyerek kocasına ulaşmış, onunla buluşup konuşmuş ve kendisine verilen bu emân fırsatını değerlen-dirmesi için ona çok ısrar etmişti.
Sonunda İkrime gerek kendisine verilen emân karşısında yumuşamasından gerekse hanımının şiddetli ısrarına dayanamadığından ötürü, şirk ve küfürde boş yere inat etmeyi ve manasız diretmeyi bırakarak Müslüman olmaya karar verdi ve hanımıyla birlikte yollara düşüp Medîne’ye geldi.
Efendimiz onları görünce, ata biniciliğiyle meşhur olduğu için “Merhaba, Ey Süvâri Muhâcir!” diyerek iltifatta bulundu ve onu kucakladı. İkrime,
“Ey Allah’ın Rasûlü! Beni neye davet ediyorsun? deyince, Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem,
“Seni Yüce Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Allah’ın elçisi olduğuma şehâdet etmeye, namaz kılmaya ve zekât vermeye davet ediyorum” buyurdu ve ona İslâm’ın belli başlı esasları hakkında bilgi verdi.
Bunun üzerine İkrime şöyle dedi:
“Yemin ederim ki, sen sadece hakka ve iyi şeylere davet ediyorsun. Yemin ederim ki, sen Peygamber olmadan önce de, bizim içimizde en doğru konuşan bir kimse idin. Ben şu andan itibaren şehâdet ederim ki, Yüce Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur ve Hz. Muhammed de Allah’ın kulu ve elçisidir.”
Eskiden akla hayale gelmedik düşmanlıkları yapan, sonunda aklı başına gelip yaptıklarından pişmanlık duyan ve derken tövbe edip Müslüman olan bir kimsenin, Müslüman olduktan sonra en fazla neyi merak edeceğini ve neyi isteyeceğini çok iyi bilen Rasûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem, henüz Müslüman olan Hz. İkrime’ye tebessümle şöyle bir baktı ve ona şöyle dedi:
            “Ben sana bugün şimdiye kadar kimseye vermediğim bir şeyi verecek ve kimseye söylemediğim bir müjdeyi söyleyeceğim”.
Hz. İkrime, o müjdenin ne olabileceğini az çok anlamış olacak ki, şöyle bir ricâda bulundu:
“Yâ Rasûlallah! Sana karşı yaptığım bütün düşmanlık- lar, sana karşı attığım bütün adımlar, sana karşı geldiğim her yer ve yüzüne karşı veya gıyabında söylediğim her söz için Yüce Allah’tan mağfiret dilemeni ve ayrıca senin de beni affetmeni istiyorum.”
 Onun bu isteği karşısında Rasûl-i Ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, mübârek ellerini kaldırarak  onun bağışlanması için şu meâlde bir duâ yaptı:
“Allah’ım! İkrime’nin bana yaptığı bütün kötülükleri ve senin nurunu söndürmek için attığı bütün adımları bağışla. Yüzüme karşı veya gıyabımda benim aleyhimde söylediği bütün sözleri affet.”
Hz. İkrime (r.a.) bu duâ karşısında fevkalade duygulan- mış ve kalbinde parlayan îman nuru ve kuvvetiyle şöyle mukâbelede bulunmuştu:
“Yâ Rasûlallah! Allah’a yemin ederim ki, şimdiye kadar insanları Allah yolundan çevirmek için harcadığım malın iki katını bundan sonra Allah yolunda harcayacak ve İslâm Dîni’nin yayılmasını engellemek için yaptığım savaşların iki katını İslâm’ın her tarafa yayılması uğrunda yapacak ve bu hususta hiçbir fedâkarlıktan kaçınmayacağım.”
Hz. İkrime (r.a.), ondan sonra yaşadığı müddetçe gerçekten sözünün eri olarak yaşadı, hiçbir fedâkârlıktan kaçınmadı ve sonunda sözünün eri olarak yani İslâm Dîni uğrunda şehîd olarak ruhunu Yüce Allah’a teslim etme bahtiyarlığına erdi. Şöyle ki:
Hz. İkrime, Yermûk savaşında o derece yüksek bir bir şecâat ve fedâkârlıkla savaşıyor, kahramanlıklar sergiliyor ve yiğitlikler gösteriyordu ki, göğsünde açılan yaralardan kanlar fışkırdığı halde en küçük bir gevşeklik göstermiyor, paniğe kapılmıyor ve at üzerinden inmeyi düşünmeden o hâliyle savaşa devam ediyordu.
Onun gözünü budaktan esirgemeden gösterdiği ısrarlı atılganlığını ve tek başına düşman saflarına dalışlarını gören yanındaki arkadaşları,
İkrime! Kendine biraz acı. Sen bu hâlinle kendini göz göre göre tehlikeye atıyorsun. Bu kadarı da fazla” demek suretiyle kendisini uyarma gereğini bile duymuşlardı.
Ancak Hz. İkrime’nin onlara söyleyeceği ve tarihin şerefli sinesine emânet edeceği bir çift sözü vardı. Öyle anlaşılıyor ki, o sözü söylemek için o zamana kadar fırsat kolluyordu. İşte o fırsatı şimdi yakalamıştı. Arkadaşlarına döndü ve onlara şöyle dedi:
 “Ben yıllarca Lât ve Uzzâ putları için mücâdele verdim. Bırakın az da olsa Hak Ma’bûd olan Yüce Allah için gereken mücâdeleyi vereyim. Hem bu kadar yara almışım, sıkıntılara katlanmışım; bütün bunlar Allah için olduktan sonra ne önemi var?”  (Üsdü’ı-Gâbe, 4/4-6)
Evet Hz. İkrime (r.a), kalbindeki îmân nûru, şehâmeti ve kuvvetiyle arkadaşlarına böyle dedi ve sonunda cân-ı gönülden arzuladığı şehidlik mertebesine ulaştı.
İşte bu gibi hâdiseler, bir taraftan îmân ve hidâyetin ne kadar gerekli ve önemli olduğunu gösterdiği gibi, diğer taraftan da insanların hidâyete ermeleri hususunda yapılacak bir faâliyetin ve gösterilecek bir gayretin de, vesile olması cihetiyle ne derece önemli ve gerekli bir hizmet olduğunu ifade etmektedir.
Bunun en güzel ve doyum olmaz neticesi ise, bunda Yüce Mevlâ’nın ebedî rızasının ve sonsuz hoşnutluğunun olmasıdır. O’nun rızası ve hoşnutluğu, gerek dünyevî gerekse uhrevî dertlerin ve sıkıntıların sona ermesi ve ebedî saâdetin garanti altına alınması adına yetmez ve artmaz mı?
Ancak başkalarına şefkat edeyim ve onların hidâyetlerine vesile olayım derken, şefkatini Cenâbı Hakk’ın merhametinden ileri sürmemek lâzım. Yani bizler elbette ki bütün insanların hidâyetlerini ve ıslahlarını isteriz ve bunun için de çok çalışırız. Fakat işin neticesine karışmayız ve karışmamalıyız. Çünkü Yüce Allah kimin neye lâyık olduğunu, kimin îmân ve hidâyet nimetinin hakkını gereği gibi verip vermeyeceğini çok daha iyi bilendir. Bizim îmân ve hidâyete ermeleri hususunda ısrarlı olduğumuz bazı kimselerin, belki îman etmeye ve hidâyete gelmeye liyâkatleri yoktur ve bu yüzden de böyle bir şeref, onlara nasip olmamaktadır. İşte bizler bunu hiçbir zaman bilemeyiz.
Öyle ise bizler bunu düşünmeli, vesile olma noktasında üzerimize düşeni en iyi bir şekilde yapmaya çalışmalı; ama ondan sonrasını Yüce Mevlâ’mızın hikmet dolu icrââtına bırakmalıyız. 
Hem biz işin iç yüzünü bilmediğimiz halde neticesine karışmaya kalkışırsak, hem kul olduğumuz halde Yüce Mevlâ’mızın hikmet dolu icrââtına müdâhale etmeye yeltenirsek, her şeyden önce haddimizi aşmış ve cehâletimizi ilan etmiş oluruz. Hiç olmazsa haddini bilenlerden olmaya çalışalım.  

Kaynak:Aklın Gözyaşları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder