Mouse İle Üzerine Geliniz

Mouse İle Üzerine Geliniz -----))--@

31 Ocak 2011 Pazartesi

Dua-1 ...

Rahman-u rahim, Malik-i yevmiddin olan Yüce Allah! Yoluna yolumuz, Rasulüne kılavuzumuz dedik. Dilimizle ikrar, kalbimizle tasdik eyledik, kabul buyur, Ya Rabbelâlemîn!
Dünyada yollar var, dünyadan öteye de yollar var. Bir garip, bir yabancı gibi dolaştık durduk ölümlü dünyada. Seninle huzur, gayrilerle kaygılar bulduk. Dünya misafirhanesinden ötelere yürüdüğümüzde, yolumuzu cennete açılan, cemali-i ilâhîne ulaşan yollar eyle Ya Rabbi! “Günler geçer yıl çevrilir, üstümüze taşlar devrilir.” Gözlerimiz bakmaz, yüreğimiz atmaz olur. Dünya libaslarını döker yensiz-yakasız gömlekleri giyeriz. Cennet libaslarına çevir Ya Rabbel âlemin!
Sayılı günler biter, gözümüzden fer, dizimizden derman gider. Görmediğimiz, bilmediğimiz âlemde melaikeyi yoldaş, iman nurunu arkadaş eyle Ya Rahman u Rahim!
Ya İlâhe’l-Âlemin! Ey yüceler yücesi, ey karşı konulmaz, sonu bulunmaz kudretin sahibi! Yaratansın, yaşatansın, yönetensin. Evvelsin, ahirsin, zahirsin, batınsın. Bilensin, bildirensin, görensin, gördürensin, duyansın, duyuransın. Gönüllerin esrarından haberdarsın. İnandık, iman getirdik. İmanımızı kabul buyur, hazzını kalbimizde duyur Ya mukallibe’l-kulub!
Yaralı gönlümüze merhem, tedirgin yüreğimize tesellisin. Sükûnetler ihsan eyle Ya Rabbel müstezafin!
Dünyamızı döndüren, çocukları güldüren, güneşleri doğduran, karları-yağmurları yağdıran, denizleri deryaları dolduransın. Cümle canlıları doyuransın, inandık iman getirdik. Kara topraktan gül, katı ağaçtan sümbül çıkaransın; çiçeğe renk, yumurtaya can verensin. Varsın, birsin, ehadsın, Samedsin, inandık iman getirdik. Dilimizle ikrar, kalbimizle tasdik eyledik. Kabul buyur ya erhamer râhimîn!
Bu tezatlar dünyasında zalim ile mazlum, hasta ile mikrop arasında tarafsız kalınamayacağına, hem Muhammed’e hem Ebu Cehil’e dost olunamayacağına inandık. İman ve cihad, mücadele ve mücahede vazifemizdir, bildik. Bildiklerimizle amel eylemeyi nasip eyle ya Rabbi!
Ya zelcelali velikram! Kalbimizi karartma, kabrimizi daraltma, rızkımızı azaltma, başka kapılar aratma! Kalbimize huzur, kabrimize nur, evlere ve köylere bereket ve bolluk doldur!
Niyetlerimizi halis, amellerimizi makbul, hayr-u hasenatımızı mebrur eyle! Borçlularımıza edalar, hastalarımıza şifalar nasip eyle!
Âmin diyen müslimini dünya ve ahirette aziz eyle!
Âmin, âmin, bi hurmet-i tâhâ vel yasin vel hamdülillahi rabbil âlemin!

Dua-2 ...

Elhamdülillahi rabbil âlemin. Vessalavatü vesselami âlâ rasulinâ muhammedin ve âlâ âlihi ve sahbihî ecmaîn. Ya rabbelâlemîn ve ya erhamerrâhimîn!
Bizleri iman ziyneti ile ziynetlendir! İnandığımız hakikatleri bilmeyi, bilgiden şuura ermeyi nasib et! İtikadımızı, niyetlerimizi, amellerimizi saf ve berrak kıl! İman ve amel zaafından, ihlâssızlık belasından bizleri koru!
Bizlere güzel rızklar ihsan ettiğin gibi, kafa ve gönül gıdaları da ihsan eyle! Yaratılış gayemizle, temel vazifelerimizle ilgili doğru bilgiler, doğru düşünceler, şifalı duygular, saf ve temiz hisler bağışla!
Zamanımızı, servetimizi, güç ve kabiliyetlerimizi rızana uygun yerlerde kullanmayı nasip et! Rahmet kapılarını aç, kalbimizi karartma, kalbimizi daraltma, rızkımızı azaltma, başka kapılar aratma! Bizi kula kulluk zilletinden muhafaza buyur!
Kulluğumuzu halis kulluk, ibadetlerimizi halis ibadetler eyle! Şirk belasından bizleri muhafaza buyur!
Ya Rabbelâlemîn, bizim aracılığımızla insanlara hayırlar ulaştır! Elimizden, dilimizden, mal ve mülkümüzden cümle canlara ve canlılara hayırlar ulaştır! Evlatlarımızı, nesillerimizi hak ve hakikat yolunda daim ve kaim eyle!
Bizlere faziletler, meziyetler, bitmez tükenmez gayretler lütfeyle! Bizleri önemsiz silik, sönük insanlar haline getirme! Gurur, kibir, riya belalarından koru ya Rabbelâlemîn!
Düşmanlarımıza karşı elimizi, dilimizi, kalemimizi, yüreğimizi kuvvetlendir! Azmi, sabrı, direnmeyi bizlere öğret! Usulünce mücadeleye bizleri muvaffak kıl!
Her şeye rağmen insanlar ve cümle canlılar hakkında güzel düşünceler, dostça duygular, hayır dualar nasip eyle, dilimizi, elimizi, servetimizi hayırda kullanmaya bizleri muvaffak kıl! İyiliğe karşı teşekkür kötülüğe karşı direnme şuuru lütfet!
Bizleri adalet ilkesinin hizmetkârları durumuna getir! Fitne ateşini söndürmek, dağınık müslümanları toplamak hususunda bizleri azimli kıl! Bizleri salih kullar eyle ve salihler arasında yaşat! Ağırbaşlılık, tevazu, vakar, tatlı dil, güler yüz ihsan eyle! Hakkı söylemeyi nasip et, hak üzerinde sabitkadem kıl!
Ya Rabbel Âlemîn, bizlere hayrı çoğaltmak şerri azaltmak hususunda kararlılık ver! Cümle peygamberlerine inandık iman getirdik, onları çok beğendik, çok sevdik! Bizim kulluğumuzu, ibadetimizi, mücadelemizi, hâlimizi, kâlimizi de onlarınki gibi saf, halis ve vasıflı kıl!
Ya Rabbi, bizleri hırs ve kıskançlık belasından koru! Temel vazifelerimizi ifa konusunda bize yardım eyle!
Ya Rabbi, bizi gıybet illetinden, dedikodudan, kırıcı ve saldırgan konuşmaktan koru!
Bize güzel düşünceler, şifalı duygular, kibar ve dostça davranışlar, müstakim bir hayat ve güzel ölümler nasip eyle!
Bizi korktuklarımızdan emin, umduklarımıza nail eyle, ölenlerimize mağfiretinle muamele buyur, kalanlarımıza bereketli ömürler yaşat! Yolumuzun sonunu cennet eyle!
Salli ve sellim alâ eşref-i nûr-i cemîl enbiya-i vel mürselin velhamdu lillahi rabbil âlemîn.

Daha Kur'an Ne Desin!


O gün buyruk verenler, buyruğa baş eğecek,
Cehennem öfkesinden, köpürüp kükreyecek,
Ve doldun mu, dedikçe, daha yok mu, diyecek;
Yandıkça o deriler, değişecek bilesin;
Hâlâ secde yok ise, DAHA KUR'ÂN NE DESİN! 
*******************************************************
Gör ki, dünya sırtında nice insan taşıyor;
Kimi yaşarken ölmüş, kimi ölmüş yaşıyor.
Kimi Arş-ı Âlâ'ya, doludizgin koşuyor;
Diyor ki; işte cennet, gayret et ki giresin;
Ey! En şerefli varlık... DAHA KUR'ÂN NE DESİN!

30 Ocak 2011 Pazar

Gönül...



En cılız pas lekesinin bile dokunmadığı bir aynayı arar gönül...
Haya ve hicap nakışların en duyarlı motifleriyle hayatına

zarafetle
işleyebilmiş,
 o hayatın arkasında durabilmeyi başarmış aklıselim bir bedenle bütünleşmenin sevdasını taşır yürek.
Sevgiler paylaştıkça büyür denilsede, sevgili paylaşılmayan bir özelliğe sahiptir gönülde.

Ahmet Günbay Yıldız


Allah'ım içimde Senden başka ne varsa al,
eğer canım buna maniyse onu da al.
Neyleyim Sensiz canı, cesedi...

M.Fethullah Gülen

29 Ocak 2011 Cumartesi

Suskunluğumuz



Suskunluğumuz haykırışımız olsun...
Çehremiz anlatsın edeple sevdamızı...

Kalbimiz Allah aşkını zikreylesin,
Sevgimizi Allah' tan içten içe isteyelim susarak...
İçli bir çığlıkla...



28 Ocak 2011 Cuma

Çobanın Aşkı ...

Aşıktı genç çoban.Sevgilisinin isminden başka birşey bilmediğinden mi,konuşmaya mecali olmadığından mı bilinmez,arkadaşı anlatıyordu onun halini:

     - Gözleri günlerdir uyku görmedi efendim, diyordu,yemiyor,içmiyor,işi gücü,gecesi gündüzü,havası suyu o kız oldu sanki.Ne desem kar etmiyor,son bir çare diye geldik size. Halbuki "sen bir garip çobansın,o padişahın kızı,davul bile dengi dengine" dedim ya,dinlemiyor efendim,ama herhalde aşkın gözü kördür diye de buna diyorlar,değil mi efendim...

       İhtiyar adam bu esnada gözlerini dikmiş, iskeletinin üstüne deriden zırh giydirmişçesine zayıf, çelimsiz,saçı sakalına karışmış,uzaklara dalıp dalıp giden gözlerinde aşktan gayrisi kalmaya diğer çobanı süzüyordu. Sonra bir ah çekti, yüzünü  nefes almadan konuşmasını sürdüren delikanlıya çevirip tebessüm etti.

    -Kolay evlat kolay ,dedi,çaresizseniz çare sizsiniz.Ve anlatmaya başladı.

İki genç çobanın,çökmek üzere olan bu dağ kulübesinde dertlerine derman aradıkları ihtiyar adam,aslında padişahın bütün dertlerini paylaştığı,her meselesini danıştıgı bir bilge idi.Yıllar önce padişah kendisini tanıyıp sevdiğinde bir tek şey istemişti ondan;burada yaşamaya devam edecekti ve kimsecikler bilmeyecekti kim oldugunu.O günden beri de bu kulübede yaşıyor,gelen geçene ikram edip,gül alıp gül satıyordu.Padişahın kızının aşkıyla eriyip muma dönen genç çoban ve yanındaki kadim dostu nereden bilecekti bu garip ihtiyarın padişahın gönlüne sultan oldugunu.

          Aşık genç,ihtiyar adamın dediklerini dinledikten sonra,her şeyin bittiği anda başlayan son ümide sımsıkı sarılanların o saf ve tertemiz teslimiyetiyle:

      -Sahiden bu kadar kolay mı efendim,dedi.Yani mağrada elimde tesbih,kırk gün Allah dersem sevdiğime kavuşabilir miyim,onunla evlenebilir miyim?

      -Evet,dedi bilge,kırk gün o mağarada gece gündüz Allah diyeceksin,kırk gün sonra padişahın kızı senindir.

       İki dost hemen yola çıktılar,aşık çobanın yüzüne kan,dizlerine derman,yüreğine yeniden can gelmişti.Arkadaşına sarılıp,elinde tesbih,gönlünde aşk,yüzünde ümit çiçeklerinden örülme bir tebessüm,mağaranın yolunu tuttu.Gelir gelmez hiç vakit kaybetmeden diz çöktü,dualar etti,gözlerini kapattı,kalbini padişah kızına bağladı,eline tesbihini aldı ve dudakları kıpırdamaya başladı: Allah,Allah,Allah…

       Günler günleri padişahın kızının hayaliyle tesbih taneleri birbirini kovalayadursun,mağaranın yakınındaki köyleri bir söylenti çoktan sarmıştı. Herkes birbirine karşı dağdaki mağarada gece gündüz Allah diyen gençten bahsediyordu. Cami karşısında ihtiyarlar,çeşme başında kadınlar,tarlada işçiler,oyun oynarken çocuklar,herkes onu konuşuyordu:

       -Şu karşı mağarada bir genç varmış,kendini Allaha adamış,gece gündüz Allah diyormuş,Allah Allah…

       Aşık dostunun ne halde oldugunu merak eden genç çoban,mağaraya geldiğinde üç hafta geride kalmıştı bile.Bizimkini gözleri kapalıydı,dudaklarının da kıpırdamadıgını görünce uyuyakaldı herhelde diye düşündü.Tesbih tanelerinin parmaklarının arasında dolaşmaya devam ettiğini görünce de,bu nasıl uyku diye sordu kendine. Bu sırada gözlerini açan genç adam,karşısında arkadaşını görünce,günleridir yanlızlıgıyla paylastıklarını birbiri ardınca anlatmaya başladı: Kırk günün yarıdan fazlası gitmişti,o durmadan Allah diyordu,ama ne padişahın kızı vardı,ne bir haber,ne de bir ümit kırıntısı…Acaba diyecek oluyor,yutkunuyordu,hayır diyor,tesbihine bakıyor,bir kalp gibi atan sağ el işaret parmağını sabitlemeye çalışıyor,avuçlarını sıkıyor,gözleri doluyordu.Vedalaştılar.Ay ışıgında dostunun gözlerine yayılan başkalık dikkatini çekmişti genç çobanın.

       Aşık çoban yeniden eline tesbihini aldı,gözlerini kapattı,boynunu neye bağlayacaını bilmediği kalbine doğru büktü,dudakları kıpırdamıyordu artık,sustu gece,mağaranın duvarları sustu,tükendi her şey,hiç tükendi,an bitti,sadece bir söz kaldı kalpte: Allah…

       Kırk günün dolmasına üç-beş gün kala,mağaradaki dervişin namı bütün ülkeyi sarmış,nihayet sarayın koridorlarında konusulur olmuştu.Meselenin aslını merak eden padişaha,bu insanların sürekli biryerde kalmadıklarından,bulundukları mekana bereket getirdiklerinden,neyapıp edip bu dervişi ülkelerinde yaşamaya ikna etmeleri gerektiğinden uzun uzun bahsetti başveziri.Ne yapması gerektiğini artık bilen padişah,nasıl yapması gerektiğini bilmediği zamanlarda her zaman yaptıgı şeyi yapıp bilgenin yanına gider ve durumu anlatır.Baş vezir yapacağına kadar,sarayının yanına saray yaptıracağına kadar her şeyi söyler bilgeye, bilgenin

       -Hünkarım,gönül erleri mala-mülke,makama itibar etmezler,demesiyle son buldu.

Kaderdi bu,padişahlarla köleleri aynı eteğin önünde diz çöktürür,birinin derdini diğerine derman eyler,ikisini de aynı tebessümle bahtiyar ederdi,Güldü ihtiyar:
       -Neden kerimenizin nikahını teklif etmiyorsunuz sultanım dedi.Şaşırma sırası padişaha gelmişti.
       -Nasıl yani diyebildi,bu şerefi bize lütfeder mi,kabul ederler mi?

       Kırkıncı günün güneşi batmak üzereydi genç aşığın mağarasının üstünden… Padişah ve ihtiyar bilge en önde,arkalarında vezirler,onların arkasında halktan meraklı kalabalık ve en arkada da olup bitenlere bir mana vermeye çalışan aşık çobanın arkadaşı,mağaraya doğru yürümeye başladılar.Bu arada bizim aşık kendisinden öyle geçmiş,tesbihiyle öyle özdeşleşmiş ki,gelenler içeri girseler ve bir tesbihten başka bir şey bulamasalar şaşırmazlardı.

       Padişah edepte kusur etmemeye çalışarak içeri girdi,ellerini bağladı,duyulması güç bir sesle;
        -Efendim, dedi,sizleri ziyarete geldik.
 
       Yavaşça başını çevirdi aşık,sonra bütün vücuduyla döndü,gözlerinde en ufak şaşkınlık emaresi yoktu,sapsarı bir heykel gibiydi.Herkes heyecan içinde.Vezirleri,halk,genç çoban,mağara,tesbih,sessizlik,duvar… Hatta güneş bile batmaktan vazgeçmiş,kafasını mağaranın içine doğru uzatarak olup biteni görme telaşındaydı.

       Padişah meramını anlattı,türlü türlü tekliflerde bulundu.Ne saray,ne vezirlik,ne tuğ ne de sancak,hiçbirinde gözü yoktu dervişin.

       -Efendim diyebildi en son sessizce,benim bir kızım var efendim,zat-ı alinize değil belki,ama lütfeder nikahınıza alırsanız bizi bahtiyar edersiniz…
       Kırk günlük çile nihayet bitmiş,olmaz denilen olmuştu.İşte aşık maşukuna kavuşacak,murad hasıl olacaktı.Bizimkinin arkadaşı sevinçten ağlıyordu.Soru ve cevap sanki bu sorulsun,cevabı verilsin diye yaratılmıştı.Sessizlik ilk defa bağırmak,haykırmak istiyordu ve bütün gözler genç adamdaydı.

       Usulca doğruldu oturdugu yerden,etrafını şöyle bir süzdükten sonra,gözlerini padişahın gözlerine dikti,sarhoş gibiydi.Kendinden emin bir ifadeyle:

       -Hayır,dedi,kızınızı istemiyorum.

       Birden ortalıgı bir sessizlik kapladı.Padişah mahzundu,halk hayret içindeydi,vezirler şaşkınlıkla birbirine bakıyor,bilge tebessüm ediyordu.Aşık çobanın arkadaşı yaşlı gözlerini silip birden atılarak bozdu sessizliği.Dostunun yanına geldi,kulağına eğilip:

       -Sen ne yapıyorsun,dedi,kırk gündür bu çileyi ne diye çektin sen,neyi reddettiğinin farkında mısın?

       Güldü aşık çoban,gözleriyle ihtiyar bilgeyi arayarak:

       -A ,dedi,ben kırk gündür bir padişahın kızı için Allah dedim,Allah padişahla vezirlerini ayagıma getirdi.Ya bir de Allah için Allah deseydim…

Bir Kalpte 5 Sevgi ...

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Hz. Ali (k.v.)'ye bir gün şu suali sormuşlar:

- "Ya Ali! ALLAH'ı sever misin?"

- "Şuphesiz Ya ResullALLAH!"

- "Beni sever misin?"

- "Severim."

- "Fatıma'yı sever misin?"

- "Severim."

- "Hasan ve Hüseyin'i sever misin?"

- "Severim."

- "Kalp bir ; muhabbet beş... Bu beş muhabbeti bir kalbe nasıl sığdırıyorsun?" sualine karşı Hz. Ali cevap veremediler. Sonra bu meseleyi zevce-i muhteremeleri Hz. Fatımatu'z Zehra (r. anha)'ya açtıklarında Fatıma Validemiz cevaben,

- "Cihetler ayrıdır ; ALLAH'ı sevmek akıldan, Peygamberi sevmek imandan, evladı sevmek tabiattan, zevceyi sevmek muhabbettendir."

Hz. Ali (k.v.) bu doğru cevabı Peygamber Efendimiz (s.a.v.)'e arz ettiklerinde Resul-u Ekrem Efendimiz ( s.a.v.) bu cevabın kendisinden olmadığını işareten,

"Bu meyve (cevap) ancak bir nübüvvet ağacındandır" buyurdular.

ALLAH için Sevenlerin Sevgisi Ölümsüzdür ...

Allah'ı sevenleri Allah sever. Allah'ı sevenleri, Allah sevdirir. Allah'ı sevenler, birbirlerini severler. Allah'ı sevenler, gerçekten severler.
o yüzden kardeş olurlar, kan bağından da öte iman/güven bağıyla bağlanırlar birbirlerine. o yüzden inanmayanlar bir türlü anlayamaz, onların sevgilerini. anlamlandıramaz, başkalarının acısı için ağlayabilecek kadar fedakar gözleri. yine anlamlandıramaz, kardeşi sevindiğinde gözleri ışıyan mü'minin sevincini. o yüzden kötülük düşünmeden sever Allah için seven, düşüncelerine şahit olan Allah için ve yine o yüzden kendisi için istediğini ve hatta fazlasını ister kardeşi için, sevdiği için.
Allah için seven, en çok Allah'ı sever. Allah için seven, kendini bilerek, nefsini bilerek sever. Allah'ın yarattığı şerefli bir yaratılmış olarak, fıtratından gelen sevgi kıvılcımlarının sıcaklığını hisseder. ve izin verir bu kıvılcımların yangın olup sarmasına yüreğini.
insan severse insandır, Allah için seven bunu anlayan insandır.
Allah için sevenler, Allah için terk edebilmesini de bilirler. önce Allah gelir onlar için, sonra diğerleri vardır. nefsiyle sevdiği her nimeti, Allah için terk edebilecek kadar çok ve gerçekten sever Allah için seven.
Allah için sevmeyen kalp, küçülür, içine sığmaz sevgi.
Allah için seven, her şeyi sevebilecek sonsuzluğa eriştirir kalbini.
Allah'ı sevmeyen kalpte diğerleri için de yer kalmaz, Allah'ı seven ve O'nun için seven kalpte her şeye ve herkese yer olur.
Allah'ın içine derc ettiği sonsuz sevgiyi bulan insan, yaşamın ve aldığı nefesin tadına varır.
eşini de Allah için sever insan. Allah'ın emaneti bilir kadın erkeğini, erkek kadınını. o yüzden Allah'ın yardımı bilir eşini, desteği bilir. Allah "siz birbirinizdensiniz" diye anlatır çiftleri. biri olmadan diğeri olamaz. Resulullah'ın insanın dininin yarısını evlenerek tamamlayacağını bildirmesi de bununla alakalıdır belki de. Allah karı-koca arasındaki, mü'min erkek ile mü'mine kadın arasındaki sevgiyi de en güzel biçimde Kur'an'da anlatır:
Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi ve merhamet var etmesi de O'nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır. (rum suresi 21. ayet)
sevdiğini böyle sevenler, Allah için sevenlerdir. eşleri onlar için bir din kardeşi, bir yoldaş, bır sırdaş, bir dost ve sevgilidir.
Resulullah'ı da Allah için sever insan ve peygamberlerini. Allah'ın istediği gibi, canlarından önce gelir Allah'ın Resulu, Allah için sevenlerce.
taşı, toprağı, havayı...
yaşayan tüm canlıları, yeri ve göğü, yaratan Rabb'i için sever insan.
Allah yarattığı için sever, iman etmeyenlerin içindeki iyileri. öyle ki, Ebu Talip'in öldüğü yıldır "hüzün yılı" (hz Hatice ile beraber).
tanım: Allah için sevmek, sevdiklerini en samimi şekilde Allah için sevmektir.
kalbinin derinlerine şahit olan Allah için sevmektir, kötülük düşünmeden, iyiliği için dua ederek.

Yolun Açık Olsun

Susmaların...


...
Ne demiş şair;
"Ben her zaman konuşmam;
Ben senin susmalarını dinlerim?"


Hemen mi Öleceğim...?

Yıllar önce Stanford Hastanesi'nde gönüllü olarak çalıştığım zaman, çok ciddi ve az rastlanan bir hastalığa yakalanmış Liza adında bir kız tanıdım.

   İyileşmesi için bir tek yol vardı, beş yaşındaki erkek kardeşinden kan nakli yapılması gerekiyordu.

   Erkek kardeşi aynı hastalığın üstesinden gelmişti ve vücudunda hastalığı yenebilecek antikorlar oluşmuştu.

   Doktor bu durumu Liza'nın erkek kardeşine açıkladı ve ona ablasına kan vermeyi isteyip istemediğini sordu.

   Küçük çocuk bir an tereddüt etti ve derin bir nefes aldıktan sonra,

   "Evet, eğer Liza kurtulacaksa veririm" dedi. Kan nakli yapılırken, küçük çocuk ablasının yanındaki yatakta yatıyor ve ablasının yanaklarına renk geldikçe bizimle birlikte gülümsüyordu.

   Sonra yüzü sarardı ve yüzündeki gülümseme kayboldu. Başını kaldırıp doktora baktıktan sonra titreyen bir sesle,

   "Hemen mi öleceğim?" diye sordu.

   Anladık ki yaşı çok küçük olduğu için, doktorun sözlerini yanlış anlamış ve kanının tümünü ablasına vermesi gerektiğini düşünüp onu kabul etmişti.

alıntı

Öyle ALLAH 'a



:((

Şefkat


Bir insanın
imandan nasibi
mahlukâta şefkati kadardır.
M. Fethullah Gülen

Fe Eyne Tezhebun Nereye Bu Gidiş?...

Oltalar atılmada denize
Denizin bağrı balıkların ağzı yarılmada İnsan ise avlanmanın derdinde Avlanan balık, avlayan ise, insan mı gerçekte de?

Zaman geçiyor; balıklar avlanırken, oltalar atılırken, ben yazarken zaman geçiyor; asırlar, devirler devriliyor Ve insan
"Ve'l asr! İnnel-insane lefî husr: Asr'a yemin olsun ki, insan muhakkak büyük bir hüsrân içindedir."

"Fe eyne tezhebûn: Nereye gidiyorsunuz?"
Ve insan hep aynı Sürûruyla, hüznüyle, dermanıyla, derdiyle, hırsıyla, kanaatiyle... Ve insan, hep aynı tezatların içinde...

Öyleyse değişen ne? Sadece asr mı?
Öyleyse değişen sadece dünyanın şekli mi?!
Asr-ı saâdet arıyor asırlar! Ya insan bu arayışın neresinde?!

" Zamanın neresinden tuttun?" diye sorarken kendime,
yine kaçırıyorum ânı elimden, akıp giden nâzenin bir ipek misâli Soruyorlar Üveys el-Karânî'ye:

" Nedir sabrettiren, seni sabaha kadar uykusuz?"

Cevap zamanı aşarak, zamanı "hiç"leyerek geliyor.

" Daha Sübhân'ı zikredemeden secdemde gece bitiyor!.."

Yetmeyen, tükenen zaman değil aslında; insan Yüreklerimiz tükeniyor,
ruhlarımız yitiyor bu hengâmede Mesele, zamana:

" Geç git, ben buradayım! Ben sende yokum, sen geç git!" diyebilmede
Ve geçip gitmesine rağmen o saâdet asrına erişebilmede

"Allâh'ı anarken eritsem ânı,

Geç git, ey dünya!.." desem

Çevremde olup bitenler, mekânla sınırlı kalsa ve ben gönlümde mekânsızlığı bulsam..

Allâh'ın evi olan mekânsızlığı ve gönlümü seyretsem sadece...

Sığınağım;
altmış üç yıla yüz yirmi dört bin peygamberin hülâsasını sığdıran Nebî!
Mîraçta geçmişi, ânı, geleceği cemr'eden Sevgili sallâllâhu aleyhi ve sellem
Şu yaşadığımız devrin ötesine geçip Seni sallâllâhu aleyhi ve sellem ve Seni Seçeni
-celle celâlühû- bulmak, ölümden evvel mevtâ olmak nasip olur mu?!

Her türlü dertten, dermandan, hırstan ve hatta kanaatten felâha ermek sadece seçilenlere mi has yoksa?

"Ey Rabbim! Eğer Senin merhametini yalnız sâlihlerin ümîd etmesi gerekiyorsa
mücrimler kime sığınsınlar? Ey yüce Allâh'ım, eğer Sen yalnız has kullarını kabul ediyorsan, mücrimler kime gidip yakarsınlar?" (Hz. Mevlânâ)

Ey güzel Allâh'ım!..
Şu hayatı, dünya imtihanını aşıp Zât'ına varabilmeyi,
Zât'ına varışın, kullarının katında da vesîlesi olabilmeyi nasip et!
Zamanı varlığında yaşayıp yaşatanlardan olmayı ihsân et!

Şüphesiz Sen ihsanı bol olan,Sana yöneleni Sensiz bırakmayansın

Âmin...

alıntı

Tevbe


tevbe bineği şaşılacak bir binektir...
bir solukta aşağılık dünyadan göğe sıçrayıverir...

Hz.Mevlana

Cumamız Mübarek Olsun ...

Aleyna Aleyküm Selam ve Rahmetullah ve Barekatuh Efendim :))
Amin Amin Ecmain İnşaALLAH ...
Nice HAYY lı Cumalar İnşaALLAH ...

Hayırlı Cumalar


Esselamu Aleyküm :))
Sevgi söze dolarsa dua olur,dua ALLAH'a ulaşırsa nur olur,
Aynı yolda birleşen dualarımızın nura dönüşüp RABBİMİZ'e
Ulaşması dileğiyle...
Cumanız Mübarek Olsun...

26 Ocak 2011 Çarşamba

Zikir


Zikir çekilmezse kalbe Allah'ın nuru gelmez.

Ya ne gelir ?

Şeytanın vesvesesi gelir ve

Allah'ı unutturuncaya kadar (vesvese) devam eder..

Gavs-ı Sani (k.s)


Bir Yiğit Vardı...!

Bir yiğit vardı, yaşarken hiç gülmedi,
Yaşadığı asırda bir örneği bulunmaz unvanı vardı,
Cemiyetin imanını kurtarmak için dünyasını harcadı,
Bir yiğit vardı, yaşarken hiç gülmedi.

Harp meydanlarında, esaret zindanlarında,
Memleket hapishanelerinde, mahkemelerde,
Görmediği ceza, çekmediği eza kalmadı,
Bir yiğit vardı, yaşarken hiç gülmedi.

Divanı harplerde cani gibi yargılandı,
Bir serseri gibi diyar diyar sürgüne yollandı,
Zindanlara atıldı, vücuduna defalarca zehir yapıldı,
Bir yiğit vardı, yaşarken hiç gülmedi.

Bir kış mevsimiydi Afyon’da,
Altmış kişilik koğuşta tek başına,
Zemin buz, camlar kırık, sızan kar koğuşta,
Bir yiğit vardı, yaşarken hiç gülmedi.

Bir köşeye yaslanmıştı, bir yiğit ihtiyar,
Abdest alınacak sular donmuş oturacak yer yok,
İnsanların imanını kurtarmaktan başka derdi de yok,
Bir yiğit vardı, yaşarken hiç gülmedi.

Hayatın son demleriydi Isparta’da
Hazreti İbrahim (as) ı gördü rüyasında,
Urfa’ya çağırıyordu çilekeş dostunu,
Bir yiğit vardı, yaşarken hiç gülmedi.

Davete icabet etti, yerleşti Urfa’da İpek Palasa,
O Zat’ın Hakk’a kavuştuğu son nokta
Kadir Gecesi 23 Martta,
Bir yiğit vardı, yaşarken hiç gülmedi.

Arkasından bıraktığı dünya mirası,
Bir çift lastik dört adet sefer tası,
Bir adet çinko tencere, bir küçük çaydanlık,
Bir eski gömlek, bir sarık, bir adet kırık gözlük,
Ve milyonlarca seveni…
Bir yiğit vardı, yaşarken hiç gülmedi.

Bir yiğit vardı, yaşarken hiç gülmedi...

Yazan : Mustafa Caymaz

25 Ocak 2011 Salı

Sorumluyuz!

“İnsanoğlu kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanır?”(1) ayeti insanın sorumluluk sahibi bir varlık olduğunu vurgulamaktadır. Kişinin kendisine karşı sorumluluğunu bilmesi, ailesi ve çevresine karşı sorumluluklarını bilmesinin altyapısıdır. Kişinin kendisine karşı sorumluluğu şüphesiz yaradılışı ile alakalıdır. Akıl sahibi, mükerrem ve Rabbinin hitabına muhatap olan insan, bu değerinin farkında olmalıdır. İnsan kendisini değerli yapanın bu sorumluluk olduğunu unutmamalıdır.
Kendi değerini ve önemini fark eden Müslüman, toplumsal sorunların da muhatabı olduğunu aklından çıkaramaz. Yaradılış ve iman kaynaklı potansiyel değerini davranış bilincine dönüştürür, sahip olduğu değerleri hayat haline getirirse çevre ile kendisinin de güzelleştiğini görecektir. Ferdi ve sosyal sorumluluk esasında iç içe geçmiştir. “ O muttakiler; gabya iman ederler, namazlarını ikame ederler ve verdiğimiz rızıktan infak ederler.”(2) Ayeti sosyal sorumluluk – infak, zekât, sadaka- olmadan takvanın olmayacağını göstermez mi? Ayetin Kur’an’ın hemen başına yerleştirilmiş olması da dikkat çekicidir. “İman edip salih amel işleyen, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç insanlık ziyandadır.”(3) derken Asr Suresi de bu hakikati haykırmaktadır. Hakikatin tavsiyesi ve yaygınlaştırılmaya çalışılması ferdi kurtuluş için vazgeçilmezdir.
Komşusu aç iken tok yatmayı imana yakıştıramayan bir dinin, komşusu iman zafiyeti içindeyken, ibadet ve kulluk zafiyeti içindeyken rahatça yatmaya izin verebileceğini düşünmek ne kadar doğrudur? Komşumuzun aç midesini doyurup ecir alacağız da aç kalmış kalbini, aç kalmış veya yanlış beslenmiş zihnini ihmal edebilecek miyiz? Doyurulmayan mide en fazla insanın ölümüne sebep olur ki bu durum açlıktan ölene ahiret cezasını gerektirmez. Peki, imansızlık, namazsızlık, ibadetsizlik, ahlaksızlık ve terk edilmeyen haramlar yarın insanın başına ne işler açar dersiniz. Hadis-i şerifi duymuşsunuzdur. “İman yetmiş küsur şubedir; en üstünü La İlahe İllallah sözüdür. En alt derecesi de yollardan eziyet verici şeyleri kaldırmaktır.”(4) Yollardan eziyet verici şeyler kaldırılmasa ne olur? İnsanlar görüntüsünden, kokusundan rahatsız olabilir, bir engel ise takılıp düşebilir, zarar görebilir. En fazla ne olabilir? Engele çarpar, takılıp düşer ve ölür. Bu ölümü nedeniyle azap görür mü? Elbette hayır. Basitçe göze, kulağa, burna, ayağa takılacak ve eziyet verecek engellerin kaldırılması imanın gereğidir. Fakat yollarda nice manevi engeller var ki takılanın ebedi hayatına kastediyor. Azaba müstahak yapıyor. O halde rahatlıkla diyebiliriz ki yollardan manevi engelleri kaldırmak da imanla alakalıdır, imana dâhildir, iman gereğidir ve zaruridir.
“Sizden önceki asırlarda yeryüzünde (insanları) bozgunculuktan alıkoyacak faziletli kimseler bulunsaydı ya! Fakat onlardan, kurtuluşa erdirdiğimiz az bir kısmı müstesnadır (bunlar görevlerini yaptılar). Zulmedenler ise, kendilerine verilen refahın peşine düştüler. Zaten günahkâr idiler.”(5) buyuruyor Rabbimiz. Sorumluluğumuz daha güzel nasıl izah edilebilir? İnsanları fenalıktan alıkoyacak faziletli kimseler olmamız isteniyor. Bu sorumluluğun ifasına engel olarak, kendilerine verilen refahın peşine düşmekten bahsediliyor. Dünya refahının, ziynetinin, süsünün peşinde olmak bahanesiyle vazife terk edilirse bu duruma açıkça zulüm diyor Rabbimiz. Cennet denilince kılımız kıpırdamıyor, ucuzluk, indirim, bedava deyince birbirimizi eziyorsak, cehennem deyince korkmuyor, para cezası deyince uykularımız kaçıyorsa Allah-u Teâlâ’nın rıza ölçüsüne ne kadar yakınız. Lütfen bahane ve mazeret üretmeyelim. Hatamızı üzerimize alalım. Yusuf aleyhisselam gibi “Ben nefsimi temize çıkarmam.”(6) demeyi bilelim.
“Size ne oldu da Allah yolunda ve (Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!) diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaş mıyorsunuz!”(7) ayeti zavallı erkek, kadın ve çocuklar uğrunda bir miktar zaman ayırın, biraz sadaka ayırın biraz fedakarlık yapın demiyor. Can ortaya konulacak savaştan söz ediyor. Kişinin canını ortaya koyması fedakârlığın zirvesi değil midir? Şehitliğin mükâfatı bu nedenle büyük değil midir? İşte Müslüman tavrı, Müslüman bakışı, Müslüman kimliği budur. Bu ölçü bizden iman isteyen Rabbimizin ölçüsüdür. “İşittik ve İman ettik”(8) Rabbimiz çağrını işittik ve istediğin şekilde iman ettik, kendimizce değil istediğin gibi, işimize geldiği kadar değil, istediğin ve razı olacağın kadar. Müslümana yakışan budur. Ama yapamam, ama zor, ama yorucu, ama bana ne… demek O’na isyan olmaz mı? Herkes refah peşindeyken siz çileyi üstleniyor, herkes keyif peşindeyken siz derdi paylaşıyor, herkes ben derken siz yetim, muhtaç, aç, garib diyorsunuz. Fıtratta var olan vicdan bozulmamış, silinmemiş ve faal. Manevi değerleriniz hayata yön, topluma huzur ve sükûn vermiş. Siz ayeti ve ölçüyü iyi anlamışsınız: “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.”(9)
1- Kıyame, 75/36
2- Bakara, 2/3
3- Asr, 103/2-3
4- Müslim, İman, 58; Tirmizi, İman, 6; Ebu Davut, Sünnet, 18 ; İbn-i Mace, Mukaddime, 9
5- Hud, 11/116
6- Yusuf, 12/53
7- Nisa, 4/75
8- Bakara, 2/285
9- A-li İmran, 3/102 

Yazar:Murat Kaynar   Kaynak:İlk Adım Dergisi

Nimeti Nikbete Çevirelim

Her şeyin sahibi olan Yüce Rabbimiz kullarına sayısız maddi ve manevi nimetler ihsan etmiştir. Bunların bir kısmı gizlidir. Rabbimiz:
“Nimet olarak size ulaşan ne varsa, Allah’tandır.” (Nahl 53)
“Ey insanlar! Allah’ın size olan nimetini hatırlayın; Allah’tan başka size gökten ve yerden rızık verecek bir yaratıcı var mı?” (Sebe 3)
“… Nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?” (Lokman 20)
“O halde Rabbimizin nimetlerinden hangisini yalanlaya bilirsiniz? (Rahman 13) buyurmaktadır.
Rabbimiz tarafından ömrümüzün sonuna kadar çeşit çeşit imtihanlardan geçirilmekteyiz. Bunun en önemlilerinden biri de nimet bolluğu ve nimet darlığı ile imtihandır. Bütün imtihan türlerinde olduğu gibi bu tür imtihanı başarmanın yolu da güçlü bir imana sahip olmaktır. Maddi ve manevi nimetlerin hepsini Rabbimiz lütuf ve ihsanı olduğunu asla unutmamalıdır. Bu nimetlerin açık ve gizlilerini de görüp fark etmelidir ki bu nimetlere şükredip nankörlük etmeyelim.
Nimet bolluğunun da nimet darlığının da Rabbimizin bir imtihanı olduğunu unutmayalım. Her halde imtihanı başarmaya çalışıp Rabbimizden yardım isteyelim.
Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir taraftan “aşırı fakirlik”ten Allah’a sığınırken diğer taraftan “bir gün aç, bir gün tok olmayı” Rabbinden dilemektedir.
Müslüman nimetle imtihanında şunu diyebilmelidir:
Ne varlığa sevinirim.
Ne yokluğa yerinirim.
Neden? Çünkü taksimi yapan mülkün sahibi Yüce Rabbimizdir.
Dünya hırsı gözünü ve gönlünü bürümüş öğle Müslümanlara şahit olmaktayız ki ilahi taksime razı olmadığını her haliyle belli etmektedir. Zenginliği tek gaye edinmiş bu gafiller haram sınırlarını da zorlayarak ömrünü mal istifçiliğine feda etmiştir. İslam’da zenginlik bir zül değildir. Gayri meşru yollarla nimet elde etmek, bunu kendi gayret ve çabasının bir neticesi olarak görmek zemmedilmiştir.
“Kâfir olanlar için dünya hayatı cazip kılındı. (Bu yüzden) onlar, iman edenler ile alay ettiler. Oysaki (iman edip) inkârdan sakınanlar kıyamet gününde onların üstündedir. Allah dilediğine hesapsız rızık verir.” (Bakara 212)
Ebu Cehil ve arkadaşları fakir müminler ile alay ettiler, bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
Dünya hayatına aşırı düşkünlük kâfirlerin vasfıdır. Üstün değer olarak sadece maddeyi görüp bu imkâna sahip olmayan fakirleri küçümseme, insanların fakirlikleri ile alay etmek kâfirlerin alametlerindendir. Bu rızkın Allah’dan olduğunu unutup kendi becerileri olarak görmelerinin neticesidir. Kullar için en büyük nimet iman nimetidir, Din nimetidir, Rabbin rızasını kazanma nimetidir. Allah yolunda olma, Allah yolunda ölme, en büyük nimettir.
Rabbimiz:
“… Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerimize sindirmiştir…”
“Bu Allah’tan bir lütuf ve nimettir.” (Hucurat 7-8)
“… Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam-ı beğendim” (Maide 3)
“Yüce Rabbimizin rızasını istemekten başka onun nezdinde hiçbir kimseye ait şükranla karşılanacak bir nimet yoktur...” (Leyl 19-20)
“Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir.” (Fetih 2)
“Ey gökleri ve yeri yaratan! Sen dünyada da ahirette de benim sahibimsin. Beni Müslüman olarak öldür ve beni Salihler arasına kat!..” (Yusuf 101)
Müslüman olarak yaşayıp, Müslüman olarak ölmekten daha büyük bir nimet olabilir mi?
Rabbimizin kullarına ihsan ettiği nimetleri saymak bile mümkün değildir. Bu kadar bol nimetlere karşı insanın durumu nedir: Ya şükür, ya küfür.
İnsanlar birbirlerine yaptıkları küçük bir ihsana karşı nankörlüğü bile asla kabullenemez, kendi kendilerini yer bitirirler. “Ben şöyle şöyle iyilikler yaptım da o bana kötü mukabelede bulundu.” diye şikayetlenir dururlar.
Ya insanların Rablerine karşı nankörlüklerine bir bakalım da Rabbimizin kullarına şefkat ve merhametinin sınırsızlığını idrak edelim.
Rabbimiz:
“Allah’ın nimetini saymaya kalksanız onu sayamazsınız. Hakikaten Allah çok bağışlayan, pek esirgeyendir.” (Nahl 18)
“O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!” (İbrahim 34)
“Onlar Allah’ın nimetini bilirler (itiraf ederler) sonrada onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfirdir.” (Nahl 83)
“Allah’ın nimetine nankörlükle karşılık veren ve sonunda kavimlerini helak yurduna sürükleyenleri görmedin mi? Onlar Cehenneme girecekler o ne kötü karargâhtır.” (İbrahim 28-29)
“Allah, bir ülkeyi örnek verdi: Bu ülke güvenli huzurlu idi; ona rızık her yerden bol bol gelirdi. Sonra onlar Allah’ın nimetlerine nankörlük ettiler. Allah da onlara, yaptıklarından ötürü açlık ve korku sıkıntısını tattırdı.” (Nahl 112) buyurmaktadır.
Rabbimizin ihsanda bulunduğu sayısız nimetlere karşı küfran-ı nimetle bulunmak en büyük bir nankörlüktür. Bu nankörlük dünyevî ve uhrevî felaketlere davetiye çıkarmaktır.
Nimetler karşısında insanların durumlarını da Rabbimiz bizlere haber vermektedir.
“Fakat insan, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde ‘Rabbim bana ikram etti’ der. Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise ‘Rabbim beni önemsemedi.’ der.” (Fecr 15-16)
“Eğer insana tarafımızdan bir Rahmet (nimet) tattırılır da sonra bunu ondan çekip alırsak, tamamen ümitsiz ve nankör olur.
Eğer kendisine dokunan bir zarardan sonra ona bir nimet tattırırsak elbette ‘Kötülükler benden gitti.’ der. Çünkü o (bunu derken) şımarıktır, kibirlidir.” (Hud9-10)
“İnsana nimet verildiği zaman (bizden) yüz çevirip yan çizer; ona bir de zarar ziyan dokunacak olsa iyice karamsarlığa düşer.” (İsra 83 )
“İnsana bir nimet verdiğimiz zaman (bizden) yüz çevirip yan çizer. Fakat ona bir şer dokunduğu zaman da yalvarıp durur.” (Fussılet 51)
“İnsanın başına bir sıkıntı gelince, Rabbine yönelerek ona yalvarır. Sonra Allah kendisinden ona bir nimet verince, önceden yalvarmış olduğunu unutur. Allah’ın yolundan saptırmak için ona eşler koşar. (Ey Muhammed!) deki: Küfrünle biraz eğlene dur; çünkü sen, muhakkak cehennem ehlindensin!” (Zümer 8)
Aklını kullanabilen Müslüman sürekli sayısız fani nimetleri şükrederken, sınırsız ahiret nimetlerine kavuşmak için çalışır çabalar ve rabbinden yardım diler.
Rabbimiz:
“Onlar geride nice bahçeler, pınarlar, eklinler, güzel konaklar, zevk ve sefasını sürdükleri nice nimetler bırakmışlardı.” (Duhan 25-26-27)
“Onları biraz faydalandırır sonra kendilerini ağır bir azaba sürükleriz.” (Lokman 24.)
“Rableri onlara, tarafından ve bir rahmet ve hoşnutluk ile kendileri için, içinde tükenmez nimetler bulunan cennetler müjdeler.” (Tevbe 21)
“O gün birtakım yüzler de vardır ki, mutludurlar, (dünyadaki) çabalarından hoşnut olmuşlardır. Yüce bir cennettedirler.” (Gaşiye 8-9-10)
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra, kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, ‘Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir.’ der. Hayır, o bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.
Bunu onlardan öncekiler de söylemiştir; ama kazandıkları şeyler onlara fayda vermedi.” (Zümer 8-49-50)
Rabbimizin kullarına karşı nimetini genişletip daraltmasından dolayı kulların davranışları ne kadar farklılıklar arz etmektedir.
Rabbimizin dünyevî nimetleri geçici, uhrevî nimetleri ise ebedidir. Akıl nimetini kullanabilenler, ahiret nimetlerini hep dünya nimetlerine tercih etmişlerdir. Akıl nimetlerini kullanmayanlar ise hep fâni nimetleri ebedî olana tercih etmişlerdir.
“Onlara deki: ‘Dünya menfaati önemsizdir. Allah’tan korkanlar için ahiret daha hayırlıdır.
O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar Allah yolunda savaşsınlar.
Kim Allah yolunda savaşırda öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.’ buyurmaktadır.” (Nisa 77-74)
Öyleyse Müslüman’ın nimet bolluğunda ve darlığında tavrı ne olmalıdır:
“Rabbinin nimetini minnet ve şükranla an.” (Duha 11)
Akıllı Müslümanın yapacağı herhalde, Rabbinin nimetlerini minnet ve şükranla anmaktan başka bir şey değildir. Rabbimizin nimetleri nasıl minnet ve şükranla anılmaz. Sadece sıhhat ve afiyetle olan bedenimizin şükrünü ifa etmekten acizken kim iki gözüne karşılık dünyayı alır. Kim iki eline karşılık dünyayı alır. Kim iki ayağına karşılık tüm dünyayı almayı kabul eder. Öyleyse sadece dünyalara bedel bir bedenimiz ve bu bedenin hayatiyetini devam ettirecek nimetler var. Mümkün olsa da bedenin normal yollar dışında hayatiyetini devam ettirmeye hangi zenginin maddi imkânları yeter. Müslüman’ın hayat standardı ne olursa olsun asla Allah -celle celaluhu- kulluğunu menfi yönde etkilememelidir. Rabbimizin sayısız nimetlerine şükür ancak bu yolla mümkündür.

Yazar:Nurettin Soyak    Kaynak:İlk Adım Dergisi

Kendin Olmak

 “Çocuklarınızı kuzu gibi yetiştirirseniz, büyüyünce koyun gibi güdülürler.” Sadi-i Şirazi’nin özgüvenin önemini özetleyen harika bir cümlesi. Özgüven eksikliği kişinin kendi hakkını savunmasının önündeki en büyük settir. Özgüven problemi olanlar, hiçbir zaman kendileri olamazlar. Oldukları değil, başkalarının onların olması gerektiğini söylediği tip, tam da onlara göre bir tiptir. Hazreti Ali’nin “Kendi hakları için mücadele etmeyenler, haklarıyla beraber şereflerini de kaybederler.” Sözü çok mühimdir. Hakkını savunamamak kişinin iç konuşmalarının artmasına sebep olur. Çözemediği meseleler karşısında kendisi çözülmeye başlar. Çözüldükçe tükenir, tükendikçe iç konuşmaları artar. Burada bahsettiğimiz durum nefis muhasebesiyle karıştırılmamalıdır. Nefis muhasebesi durum tespiti yapıp ileriye sıçramak için yapılan iç dinamizmidir. Kişinin kendi kendini -şeytanın da gizli fısıltılarıyla- yiyip bitirmesi değildir.

Kendin olduğun sürece mutlu olabilirsin. Yaratıcın senin kodlarını sen olduğunda mutlu olabileceğin şekilde kodlamıştır. Seni sen olarak yaratmış. Başkası olman için değil. Gökteki yıldızlar gibi olan sahabe efendilerimizin her biri farklı karakter özelliklerine sahip olmalarına rağmen, kendi kulluklarının farkında olmaları hasebiyle mutluydular. Adalet, cesaret, nezaket, zarafet, edep vb. güzellikler onlarda müşahhas hale geldi. Aleyhisselatü vesselam Efendimiz kimi sahabeye cihadı, kimine ana babaya bakmayı, bir başkasına su hizmetini en mühim amel olarak tarif etmiş. Çünkü her bir sahabenin farklı mizacı var. Bununla beraber tamamı özgüven sahibidir.
Kadisiye savaşı öncesi müslüman ordusu komutanı Sad bin Ebu Vakkas ‘dan konuşmak üzere bir elçi isteniyor. Sad radıyallahu anh hiç düşünmeden gözüne ilişen ilk sahabeyi gönderiyor. Kendisini ve orduyu temsil etmek üzere. Öyle müthiş bir eğitim almışlar ki üzerlerine aldıkları işin hakkını verememek söz konusu bile olamıyor. O harika sahabe, İslam’ın izzetini müthiş bir temsille yükleniyor. Rüstem ve gururlu askerlerinin gururlarını kırdığı gibi, cesaretlerini de parçalıyor. Onların lüks ve süs eşyalarıyla gösteriş yapmalarına kılıcı ve kalkanının gücünü göstererek karşılık veriyor. Kılıcı ile onların kalkanını parçalıyor ama onlar kılıçlarını vurduklarında kendi kılıçları kırılıyor.
Halid bin Velid komutasındaki müslüman ordusu bugünkü Suriye sınırlarında Rumlarla karşılaşıyor. Sayı dengesizliği had safhadadır. Mübareze için ordu komutanları karşılaşıyorlar. Rumların komutanı Hazreti Halid’e hitaben: Sen ki bu ordunun çobanısın ve az sonra öleceksin. Düşün ki sürü çobansız kalacak gel mübarezeden vaz geç diyor. Hazreti Halid’den müthiş cevap gecikmiyor: Benim ordumun askerlerinin her biri bir aslandır. Sen kendi derdine yan. Mübarezeyi de savaşı da müslümanlar kazanıyor.
Yavuz Sultan Selim’in “Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık ölüme götürür.” Sözünü iyi anlamalıyız. Özgüven eksiği olan, kendisini gerçekleştiremeyen, Kendisi olmaktan korkan, Rabbine kulluk kodlarını bırakıp ta başka başka kodlarla kendisini bulmaya çalışan birey nasıl olur da cesur olabilir ki? Yahut kendisini ispat etmek için yaptığı türlü türlü saçmalıklar nasıl olur da cesaret addedilir?

Yazar:Mükremin Çelik   Kaynak:İlk Adım Dergisi

Surre Alayları

Her Müslümanın kalbinde, mukaddes beldelerin sevgisi ve özlemi tüter. Maddî imkânları elverenler yolculuğun meşakkatine aldırmaksızın kutsal topraklara doğru sefer ederler. Allah yolunda yapılan güzel hizmetlerden birisi de hüccâcın ve orada yaşayan muhtaçların hizmetini görmektir. Orada yapılan ameller bin yahut yüz bin misliyle karşılık gördüğü gibi oralar için yapılan infaklar da inşallah kişiyi aynı nâiliyete ulaştırır.

Tarih boyunca Müslümanlar, gerek devlet eliyle gerek ferdî olarak bu uğurda güzel hizmetler icra etmişlerdir. Mesela Abbasi halifelerinden Harun Reşit’in hanımı Zübeyde Sultan, bütün mücevheratını infak ederek hacıların su ihtiyacını karşılayacak su kanalları yaptırmıştır. Sonradan tıkanan bu kanallar, Mimar Sinan tarafından onarılarak tekrar faaliyete geçirilmiştir. Bu defa da tamirat masrafını, Kanuni’nin kızı Mihrimah Sultan bütün mücevheratını infak ederek karşılamıştır.
Mukaddes beldelere yapılan infakların en güzeli ve renklisi hiç şüphesiz Surre Alaylarıdır. Abbasilerden itibaren İslam devletleri, hususiyetle hilafet makamı, Surre Alayları tertipleyerek mukaddes beldelerin ihtiyaçlarını tedarik etmişlerdir.
“Surre”, para kesesi anlamındadır. Harameyn’e gönderilen paralar, surrelerin (keselerin) içine konulmaktaydı. Bu ad zamanla terimleşerek Mukaddes beldelere ve buralarda yaşayanlara yapılan yardımı ifade etmiştir. Bu yardım kafilesi, muhafız askerlerden oluşan bir alayla yola çıktığı için bu konvoya Surre Alayı denilmiştir. Özetle Surre Alayı, Kâbe-i Muazzama’nın bakımı, onarımı, örtüsünün değiştirilmesi, hacıların yol güzergahındaki ihtiyaçlarının karşılanması ve burada yaşayan fukaranın maddi ihtiyaçlarının karşılanması için gönderilen hac ve yardım kafilesidir.
Osmanlı’da ilk Surre Alayı Yıldırım Bayezit zamanında gönderilmiştir. Çelebi Mehmed de iki defa Surre göndermiştir. Manisa’daki mülklerinin gelirinin üçte birini Haremeyn’e vakfeden II. Murad tarafından pek çok defa Surre Alayı tertiplenmiştir. II. Murad Han, Mekke ve Medine dışında Kudüs ve Halilürrahman için de Surreler göndermiştir. II. Bayezit Han her yıl düzenli olarak Surre gönderen ilk Osmanlı padişahıdır. Yavuz Sultan Selim’den itibaren bütün Osmanlı padişahları düzenli olarak her yıl İstanbul ve Kahire’den Surre Alayı göndermişlerdir.
Kabe’nin örtüsü Kahire’de dikilir, diğer hediyelerle birlikte Surre Eminine teslim edilir ve halkın coşkuyla katıldığı törenlerle Mekke’ye gönderilirdi. Yavuz’un Mısır seferinin ardından hilafet makamıyla birlikte Mekke ve Medine’nin yönetimi de Osmanlı’ya geçmişti. Mısır’ı fetheden Yavuz, elde edilen ganimetlerle hemen bir Surre Alayı tertipleyip Kahire’den Harameyn’e göndermişti. Saltanatın ve hilafetin merkezi olan İstanbul’dan gönderilen Surre Alayına ise “Surre-i Hümayun” denilirdi. Surre Alayı padişahın ve bütün devlet erkânının katıldığı büyük bir merasimle saraydan yola çıkar, İstanbul’un sokaklarında dolaşarak renkli ve heyecanlı bir uğurlama ile yollara düşerdi. Develerin en güzel ve gösterişlisi Surre devesi olarak seçilir ve aşırı derecede süslenirdi. Devenin sırtına, altı kübik üstü piramit şeklinde olan “mahmil” konulur, kıymetli hediyeler bu mahmilin içinde taşınırdı. Devlet, Surre kafilesinin yol güvenliği için her türlü tedbiri alırdı. Surre Alayı ile gönderilen paraların bir kısmı devlet hazinesinden, bir kısmı padişahın şahsi mülkünden, bir kısmı padişah ve devlet erkânı tarafından vakfedilen Harameyn vakıflarının gelirinden, bir kısmı da özel bağışlardan karşılanırdı.
Osmanlı insanının, padişahından tebasına kadar Efendimiz’e ve Kabe-i Muazzama’ya olan sevgi ve hürmetleri sonsuzdu. Hutbedeki hatibin “Hakimü’l-Haremeynü’ş-Şerifeyn” sözüne itiraz edip “Hadimü’l-Haremeynü’ş-Şerifeyn” diye düzelten Yavuz Sultan Selim ve diğer bütün Osmanlı padişahları, kendilerini Mekke ve Medine’nin hadimi(hizmetçisi) olarak görüyorlardı. Bunu göstermek için sarıklarına süpürge sorgucu takıyorlar ve Harameyn’in hizmetçilerinin maaşını, kendi şahsi paralarından karşılıyorlardı. Padişah’tan başka valide sultanlar, devlet erkanı ve seçkin aileler de bu şerefli hizmeti ifa için can atıyorlar, kendi adlarına orada hizmetçilik yapan bir vekil tayin edip bunların maaşını her yıl Surre Alayı ile gönderiyorlardı. Temizlik işçilerine ferraş deniliyordu. Feraşet (temizlik hizmeti) vazifesini yapanlara, Surre Alayı ile feraşet çantası denilen içi para dolu bir çanta gönderilir, çantanın bir yüzünde gönderenin, diğer yüzünde de alıcının adı yazılı olurdu. Feraşet çantası, temizlik işçileri dışında diğer hizmetlilere yahut oradaki muhtaç insanlara da gönderilirdi. Feraşet çantası, diğer paralar ve hediyelerle birlikte Surre Eminine teslim edilirdi. Mühürlü vaziyette kendilerine ulaşan bu çantayı alan hizmetliler, içine hurma, zemzem, kına gibi hediyeler koyarak Hac’dan sonra dönen Surre Alayıyla, kendilerine ikramda bulunan kişiye gönderirlerdi. Efendimize hizmeti ve onun temizlikçisi olmayı en büyük şeref bilen Osmanlı, kutsal toprakların temizlik işine Feraşet-i Şerife (şeref veren temizlik hizmeti) diyordu. Topkapı sarayında bulunan Kutsal emanetler bölümü de sarayın kalbi olarak görülüyor ve benzer şekilde oranın temizliğine çok büyük önem atfediliyordu. Buranın temizliği, başta padişah olmak üzere üst düzey devlet erkânından oluşan kırk kişilik bir ekip tarafından yapılıyordu. Temizlik, en mutena gül suları ile yapılıyor ve çıkan süprüntüler rastgele atılmayıp sarayın bahçesindeki bir kuyuya gömülüyordu. “Edeple gelen lütufla döner” inancında olan Osmanlı, Kuran’a ve Efendimize gösterdikleri edep ve hürmet sayesinde 600 yılı aşkın payidar olabilmiştir.1
Harameyn’e yapılan hizmetlerin manevi mükâfatı ve bereketinden başka sosyolojik ve siyasi faydaları da çok fazla idi. Zira bu yardımlar, gönderen devletin bir İslam devleti olduğunun bir delili idi. Müslümanların halifesi olan padişahın Müslümanlara hizmet etmesi, onların dertlerine çare araması, İslam birliğini güçlendiriyordu. Bütün dünya Müslümanlarının sevgisini, duasını ve desteğini kazanmaya vesile oluyordu.
Bugün biz, Ortadoğu’nun ve İslam âleminin lideri olmayı arzu ediyorsak Müslümanlara yardım etmekten ve mukaddes beldelere hizmet götürmekten geri durmamamız gerekmektedir. Gerçi Suud hükümeti, Kabe ve Ravza’nın hizmetlerini bir başka ülkenin yapmasına müsaade etmeyebilir. Ama belki yol güzergâhlarına tuvalet ve abdesthane yapmak gibi bazı zaruri ihtiyaçlar için tesisler yapma imkânı mevcut olabilir. Ayrıca Müslümanlar olarak hepimizin orada yapabileceği pek çok hizmet mevcuttur. Mesela iftar sofraları açarak veya açılan sofralara katkı sağlayarak Allah ve Resulünün misafirlerine ikram etme şerefini elde edebiliriz. Bugün orada hizmet eden temizlik görevlileri ayda 200-250 dolara çalışan, dünyanın değişik yerlerinden gelmiş gariban insanlardır. Bu yumuşak başlı ve gariban insanlara yapacağımız infaklarla, tıpkı ecdadımız gibi oranın hizmetçisi olma arzumuzu izhar edebiliriz. Amellerin binlerle, yüz binlerle çarpıldığı bu mübarek yerlerde, yapacağımız küçük infaklara bile çok büyük sevaplar verilecektir. Oralara giden yahut bir yakınını gönderen bizler, gümrüksüz ve vergisiz çarşı-pazarını bir avantaj olarak görüp alışveriş için ciddi paralar ayırabilirken, oradaki hadsiz hesapsız ahiret kârını göremeyip infak için para ayıramazsak kaybedenlerden oluruz. Unutmayalım ki Allah ve Resulüne hizmet edenlere, Allah ve Resulünü ziyaret edenlere yapacağımız güzel muameleler ve hizmetler, bizi hem Allah ve Resulüne yaklaştıracak hem de dünya Müslümanlarının psikolojik yakınlığını, sevgi ve dualarını kazanmamıza vesile olacaktır.

Yazar: Hamit Haksever  Kaynak:İlk Adım Dergisi

Hepimize Yakışan Salih Amel

“Medine halkına ve çevrelerindeki Bedevi Araplara, Allah resulünden geri kalmaları ve onu bırakıp da kendi canlarının derdine düşmeleri yakışmaz. Çünkü Allah yolunda uğrayacakları bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık, kâfirleri öfkelendirmek üzere bir yere ayak basmaları, düşmana karşı herhangi bir başarı kazanmaları, kendileri için “iyi bir amel” olarak mutlaka yazılacaktır. ”
(Tevbe:120)


 Müminler her zaman Rasullullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in temiz sünnetine sarılmalı ve onu takip etmelidir. O’na yetişen, O’na inanan, O’na gönlünü, sofralarını ve şehrini açan Medine-i Münevvere halkına ise öncelikli olarak Allah’ın elçisini takip yakışır. Onlar bu yolda hiçbir maddi ve manevi fedakârlıktan kaçınmadılar. Öncü müminler oldular. Allah’ın elçisini canlarını ve mallarını tehlikeye atarak Medine’ye davet ettiler. Medine’yi müminlere İslam merkezi yaptılar. Bazı sahabelerin şu ya da bu sebeple Tebük seferinden geri kalıp Allah’ın elçisi ile birlikte hareket edememeleri bu ayetlerle tenkit edilmektedir.

Her asrın mücahit nesillerine de İslam önderlerinin yanlarından ayrılmamaları gerektiği vurgulanmaktadır. “Peygamber, müminlere canlarından ileridir...” (Ahzab:6) ayeti bizlere canlarımızı, mallarımızı, zamanlarımızı, hedef ve ideallerimizi Rasululllah (sallallahu aleyhi ve sellem)’ın ideali ve hedefleri yolunda feda etmemiz gerektiğini vurgular. Hayatında iken yanında olmayı vefatından sonra sünnetinin tatbikçisi olmayı gerekli kılar. “Sizden birinize, ben annesinden babasından, çocuklarından, kendi canından ve tüm insanlardan daha sevimli olmadıkça iman etmiş olamaz.” hadisi şerifi nerede durmamız gerektiğini en veciz şekilde özetler.
“Medine halkına ve çevrelerindeki Bedevi Araplara, Allah resulünden geri kalmaları ve O’nu bırakıp da kendi canlarının derdine düşmeleri yakışmaz. Çünkü Allah yolunda uğrayacakları bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık, kâfirleri öfkelendirmek üzere bir yere ayak basmaları, düşmana karşı herhangi bir başarı kazanmaları, kendileri için “iyi bir amel” olarak mutlaka yazılacaktır. Allah, güzel davrananların ödülünü yitirmez. Küçük-büyük bir infakta bulunmaları, bir vadiyi geçmeleri, kendileri lehine mutlaka yazılır ki, Allah onlara yapıp ettiklerinden daha güzeliyle karşılık versin.” (Tevbe:120–121)
İslam düşmanlarını sadece savaş alanlarında değil hayatın her alanında yani psikolojik savaş denilen alanlarda da öfkelendirmeli ve onları aciz bırakmalıyız. Bugün mazlum ülkelerin masum halkları olan müslümanların durumuna bakarsak önce silah ve şiddetle sindirildiler. Şimdi de kültür emperyalizmi ile baskı altında tutuluyorlar. Savaşlarla vücutlarını, benliklerini ve tarihlerini silemedikleri bu aziz ümmetin, kültürlerini silerek yok etmek istiyorlar. Benliğinden koparılmış kendi atasına yabancılaştırılmış kendi inancından uzaklaştırılmış bir millet, aslında yaşamıyor demektir. Milletleri tabi oldukları kan ve genler yaşatmaz. Bu kanın ve genin manevi temeli olan inançları, idealleri ve gerçekleştirdiği eserleri yaşatır.
Dünya bizden önce gelmiş milletlerin mezarlıkları ile doludur. Sümerler, Asurlar, Lidyalılar vs. nerede bu milletler? Kendi öz benliklerinden inançlarından örf ve adetlerinden vazgeçerek başkalaştılar ve yok oldular. Bugün artık onların yerinde başka millet diye tanımladığımız ama özde o eski milletlerden gelenler var. İbret alınmayan tarih tekerrürden ibarettir.
Bugün bize düşen dinimize, milletimize ve kültürümüze sahip çıkmaktır. Tabi ki ayeti kerimede ifadesini bulduğu gibi bizim her hareketimiz coğrafi ve kültürel işgalcilerimizi kızdıracaktır. İşgalcilerimizi kızdıracak her hareket de bir salih ameldir. Allah’ın razı olup sevap vereceği bir davranıştır.
İşgalcilerin İslam ümmetine attığı en önemli bombalar; çağdaşlık adına kimliklerini yok edecek iğrenç dayatmalardır. En yaygınları; içki, kumar, zina, faiz, ana babaya saygısızlık, yerilmişlik, aşağılık duygusu, bitmişlik duygusu, ümitsizlik ve azmi bırakmak… Kısaca bu dünyayı Allah adına nizamı âlem etmeye biz de varız iddia ve kararlılığından vaz geçmek ve işgalleri kabullendirmektir.
Dünyayı inkârcıların ve ahlaksızların işgalinden kurtarmak için Tebük yollarına düşen Rasulüllah (sallallahu aleyhi ve sellem.) gibi bugün de her türlü inkârcılığa, ikiyüzlülüğe ve şirke karşı İslam’ı ve ihsanı yaşatma gayretleri inkârcıları kızdıracak ve inananları sevindirecektir. Bu adım cennete götürecek salih bir ameldir.
Kuran’a sahip çıkmak, Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in sünnetini yaşatmak için çalışmak; tebliğler, tezler hazırlamak, toplantılar, sempozyumlar düzenlemek, hutbeler okumak, vaazlar vermek, eş ve dost meclislerine konu edinmek Allah’ın razı olacağı müşrik ve münafıkların kızacağı cennetlik amellerdir.
Anne – babaya saygı aile kurumunu korumak zinaya direnmek zanilere yüz vermemek, zinaya gidecek yolları kapatmak ve bu yolda çalışmak salih bir ameldir.
İşgalciler tarafından hedef alınan gençlerimizi ve ailemizi korumak için çalışmak, görsel ve basılı medyanın zararlarından onları korumak müslümanın görevidir. Bu görev cennete götüren, Allah’ı ve Rasulünü sevindiren kâfirleri kızdıran salih bir ameldir.
Sihir, fal, astroloji gibi din, akıl ve bilim dışı safsatalarla İslam âleminin kafasını karıştıran büyücü tiplerden ve onların yaptıklarından uzak durmak Allah’ın razı olacağı ve düşmanlarının kızacağı cennetlik bir ameldir.
Faizcilikle ticareti öldürüp kendi halkını ve kardeşlerini sömüren, her türlü sömürü düzenine karşı durmak cennete bir bilet almaktır. Allah’ın razı olduğu, İslam düşmanlarının öfkelendiği, gönüllerinde çıbanların çıktığı bir davranıştır.
Alkol, uyuşturucu, kumar gibi illetlerle insanları aile ve toplumundan uzaklaştıran İslam medeniyetini yok etmeyi, insanlığı birbiri ile kavgalı sarhoşlar yapmayı hedefleyen kumarbazlarla en güzel şekilde mücadele Allah’ın razı olduğu salih bir ameldir.
Ayette ifadesini bulan “Allah yolundaki susuzluk, yorgunluk ve açlık,” Rasulullah (sallallahu aleyhi ve sellem)’in gönderiliş gayesi ve O’nun misyonunu dünyaya hâkim kılma çerçevesinde olursa bir salih ameldir. Tarih şeridi değişik zamanlardaki olayları biri birinden bağımsız gösterse de Rasulüllah’ın yanında olanlarla onun yolunda olanlar manen aynı davanın gönül erleridirler. Kıyamete kadar bu ordu Bedirdeki, Uhuttaki, Hendekteki, Tebükteki o muzaffer o şanlı ordu ile beraberdir. Selam Rasullerin yolundan gidenlere. “…Şimdi Rabbine kavuşmayı uman kimse SALİH AMEL İŞLESİN ve Rabbine kullukta hiç bir ortak koşmasın...”(Kehf:110)
Yazar:                   Kaynak:
Selim Armağan      İlk Adım Dergisi

23 Ocak 2011 Pazar

Ey Sevgili Özleminle Kurudum,Döküldü Yapraklarım ...

Özleminle kurudum, döküldü yapraklarım,
Ruhuma hayat veren baharımsın sevgili.
Nağmesi ah olan inleyişle anarım,
Beni bu ateş ile yakansın ey sevgili.

Ne vuslat, ne ayrılık, sana kandırdı beni,
Yoksa aşkın devası, devamsızlık mı dersin.
İstemem dermanım terketmekse güzeli,
Sen gönül diyarımda sultanımsın sevgili.

Kokladım bir kere güle meylim kalmadı,
Cananım seni buldum cana sevgim kalmadı,
Affeyle cüretimi dilde sözüm kalmadı,
Ben aşkında yok oldum, özümsün ey sevgili.

MUSTAFA DEMİRCİ

Sarmaşık Gülleri

Ne zaman güllere baksam, ötelere kanatlanmak geçer içimden. Her gül sanki bir durak gibidir öteler yolculuğunda. Bir bir o güllere basan ruhumun ayakları, gül yaprağından daha narin, kelebek kanadından daha zayıf olarak tırmanır mânâ merdiveninden.

Evet her gül, ayrı bir ismin tecellisi gibi gelir bana. Bir gül Cemil ismini tebessüm ettirir, bir başka gül Hannan ismini. Bir gül Mennan ismini akis akis yayar çevreye. Bir başkası, Deyyan isminden yansıyan şûle gibi tebessüm eder dalların arasından.

Dikenler Celâl, Kahhâr ismini yansıtır.

Sarmaşık güllerine bakınca, ben bir uzun yolculuğu hayal ederim. Basamak basamak çıkılan ve sonsuzluğa uzayan ebedî yolculuğu… Bir çubuğa bağlanmış bu güller, içimizdeki duyguları ne güzel yansıtır. Onların ebet iklimine kanatlanma arzusunu nasıl da dışa vurur.

Sarmaşık, karışık ömür yolcuğunu ve onun girift hallerini ve bazen çözülmez zannedilen bilmeceye benzer zorluklarını hatırlatır bizlere. Onda açan güller ise, “Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır.” âyetini fısıldıyormuşçasına, bizlere yer yer tebesessüm ederek çözümleri söyler, kolaylıkları takdim eder, acıların sonunun ferahlama zirveleri olduğunu hatırlatır.

Yıldızları, samanyollarını düşünürüm ben bu gülleri görünce… Öbek öbek yeşil yapraklar arasında, firuze dallar içinde tebessüm eden yıldızlar gibi gül tomurcuklarını seyrederken..

Sarmaşık gülleri, içimizdeki duyguları da dışa vurdurur bir anda. Karmakarışık duygularımızın, çözülmez zannedilen en girift hislerimizin bir anda şifreleri bulunur ve ruh fidanımız tomurcuk vermeye başlar. Hüzün, çanak yaprak gibi sarmıştır tomurcuğun tac yaprağını; ama o, yarılır ve taç yapraklar önce birbirine sımsıkı bir şekilde sarınmış olarak çıkar ortaya… Sonra tebessüm ederler gün gibi, güneş gibi çevreye…

Bir de Peygamberler Peygamberi’ni hatırlatır sarmaşık gülleri bana.

Mekke dönemini, Medine dönemini, Taif’i hatırlatır. Izdırabı yudum yudum içmiş bu mânâ yolcusunun, insana dikenli tarlalar arasından güllerini nasıl taktim ettiğini tedai ettirir. Izdırab ve acı yüklü bir ömrün tomurcuklarını, hak ve hakikatın tohumlarını gönüllere ekişini, dal dal budak budak cennet soluklamasını çağrıştırır.

Sarmaşık gülleri, ötelere yolculuğu ve Hakk’a ulaşmayı da hatırlatır insana. İnsanlığın, mânâ yolcularının, öbek öbek yollara düşüşünü ve göklere doğru ilerleyişini tablolaştırır.

Sevgi ve muhabbet çiçekleridir sarmaşık gülleri. Dört mevsimin dördünde de açar. Onların çiçekleri asla dallardan eksilmez. Yeşil yapraklar üstünde, kırmızı tebessümler asla yok olmaz.Ben asıl, tevazu yüklü gönüllere benzettiğim için severim sarmaşık güllerini. Eğilirler eğilirler aşağılara kadar. Gül verdiği halde, boynu dik olması gerektiği halde bile eğilmesini bilen, hoşgörü ve sevgi insanlarına benzetirim onları. Zafer anında devesinin üzerinde iki büklüm olmuş, ‘Bütün zafer ve fetihler Hak ve hakikatındır.’ der gibi duran ümit yolcusu, iyilik ve af âbidesi Nebi’nin halini sezerim onların duruşunda.İşte en çok sarmaşık güllerini sevişimin sebebi, Gül-ü Muhammedi’yi akislerinde sezişimden ve görür gibi oluşumdandır. O’nun terinin kokusunu onların yapraklarında burcu burcu koklayışımdandır. Onların tebessüm edişinde o Gül’ün silüetini temaşa edişimdendir. Çileli ömür yolculuğu sonunda, başı göğe eren ve Mirâç tâcıyla mükâfatlandırılan bu ulu yolcunun gölgesinin gölgesini, bu güllerde gördüğümden veya temaşâ ettiğimdendir…Sarmaşık gülleri, Gül-ü Muhammedi’ye bir basamaktır, bir uzanıştır, O’na ermek ve ulaşmak için remizdir. Ben bu gülleri onun için severim ve her zaman hayranlıkla ve ibretle onları seyrederim.

Mehmet Erdoğan

Aşk Secdesi...

Secde için alnını yere koy da yeryüzünde gerçek saltanat neymi ş bir gör.
Aşk ile secdede yükselen cana selam,vakt-i şerif, cuma ahir ve akibet hayrola efendim..
Feryâdı duyulmayan cana,
Göğsü göz göz ayrılık delsin de bir
Sen o gün benden işit "özlem" nedir
Dostun özlemi ile yanana selam, vakti şerif,cuma ahir ve akibet hayrola efendim....
İlahi nefha Önce neyin feryadı duyulur ve kendinin
ağlamamak için tutamayan bir ses yükselir;
Tufan günü düşen yağmur gibi düştün gönlüme...
Hani Rabbin yeryüzünü günahkarlardan temizlemek için gönderdiği suyun kabaran inişi vardı ya
İşte öyle günahlarıma karşı bir temizlik başlatır içimde adını anmak
Her sâlat ü selâm ile biraz daha arınır biraz daha
senin tevhid geminde bulurum kendimi
Ey Sultan-ı Rûsul, Ey ashabının bağlılığını
- Anam babam sana fedâ olsun diyerek ifade ettiği Server-i Enbiya
Davan uğruna ölen şehitler adedince selam olsun sana
Her yağmurda semadan inen melekler adedince selam olsun sana
Aşkın ile yanan aşıklar adedince selam olsun sana...

Mevlam ateş-i aşkınızı ziyade eylesin
Kaplerimize gerçek aşkın şerabına kandırsın.. 
Alıntı...

Abdülkadir Geylani Hz. Münacatı

Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın Adıyla
  İlâhî! Günahlar beni dilsiz etti. İsyanımın çokluğu yüzünden mahcubum. Gafletin şiddeti ise sesimi kıstı. İşte, ben de, seyyidim ve dayanağım Şeyh Abdülkadir Geylânî'nin sesiyle Senin rahmet kapını çalıyor ve onun, kapıcıya âşinâ sesiyle Senin mağfiret kapında sesleniyorum:
  **Ey rahmeti her şeyi kuşatan ve ey her şeyin iç yüzü ve mahiyeti elinde bulunan Zat, ey hiçbir şey Kendisine zarar veya fayda veremeyen Zat, ey hiçbir şey Kendisine galebe edemeyen ve hiçbir şey Kendisinden kaçıp gizlenemeyen, hiçbir şey Kendisine ağır gelmeyen ve hiçbir şeyin yardımına muhtaç olmayan, hiçbir şey Kendisini bir başka işten alıkoyamayan, hiçbir şey Kendisine benzemeyen, ve hiçbir şey Kendisini hiçbir şeyden âciz bırakamayan Zat!
Beni hiçbir şeyden hesaba çekmeyecek şekilde her şeyimi bağışla.
  **Ey her şeyi alnından tutup kudretine boyun eğdiren ve her şeyin anahtarları elinde bulunan Zat, ey her şeyden önce var olan Evvel, her şeyden sonra bâkî kalan Âhir, her şeyin üstünde olan Zâhir, her şeyin iç âlemlerine ve derinliklerine nüfuz eden Bâtın, kudret ve galebesi her şeyin üstünde bulunan Kàhir!
Benim her şeyimi bağışla. Şüphesiz Senin her şeye kudretin yeter.
  **Ey her şeyi her hâliyle bilen Alîm ve her şeyi kuşatan Muhît ve her şeyi hakkıyla gören Basîr, ey her şey her an müşahedesi altında olan Şehîd ve her şeyi görüp gözeten Rakîb ve ilmi her şeyin bütün inceliklerine nüfuz eden Lâtif ve her şeyden hakkıyla haberdar olan Habîr!
Beni hiçbir şeyden hesaba çekmeyecek şekilde, günah ve hatâ olarak her neyim varsa hepsini bağışla. Hiç şüphesiz, Senin her şeye kudretin yeter.
  **Allah'ım, gafletten ve kötü arzularımdan Senin haşmetinin izzetine ve izzetinin haşmetine, Senin saltanatının kudretine ve kudretinin saltanatına sığınırım.
  **Ey kurtuluş isteyenlerin sığındığı zat olan Allah'ım!
Beni şeytanî şehvetlerden kurtar; beşeriyetin kötü hallerinden temizle; Peygamberin olan Muhammed'i (sAllahu aleyhi.veselem) sıddıkiyet muhabbetiyle bana sevdirmek suretiyle beni gaflet paslarından ve cehalet vehimlerinden tertemiz kıl. Öyle ki, bencillik yok olsun ve Allah'ın minnet denizinde Allah'ın nimetlerine gömülmüş, Allah'tan alıkoyan her meşguliyete karşı Allah'ın kılıcıyla muzaffer olmuş, Allah'ın yardımına mazhar olmuş ve Allah'ın korumasıyla korunmuş mahfuz olarak her şey Allah için, Allah ile, Allah'a ve Allah'tan olsun.
  **Ey Nurların Nuru, ey bütün sırların Âlimi, ey gecenin ve gündüzün Müdebbiri, ey Melik, ey Azîz, ey Kahhâr, ey Rahîm, ey Vedûd, ey Gaffâr, ey gayb âlemlerini her hâliyle bilen, kalpleri ve gözleri dilediği gibi halden hâle çeviren, ey ayıpları örten ve ey günahları bağışlayan! Günahlarımı bağışla; sebeplerin baskısına mâruz ve bütün kapılar yüzüne kapanmış ve doğru yolda olanların yolundan gitmek kendisine zorlaşmış ve bir kazanç elde edemeden ömrünü ve nefsini gaflet ve günah meydanlarında boşuboşuna harcamış olan kuluna merhamet et.
  **Ey dua edildiğinde cevap veren, ey hesapları sür'atle gören, ey Kerîm, ey Vehhâb!
Hastalığı büyük ve şifası zor, çaresi zayıf ve belâsı kuvvetli olan ve Senden başka sığınacak ve ümid edecek kimsesi bulunmayan kuluna merhamet et. İlâhî, derdimi, üzüntümü ve şikâyetimi Sana arz ediyorum. İlâhî, Senin dergâhında delilim, ihtiyaçlarımdır; azığım ise fakirliğim ve çaresizliğimdir. İlâhî, Senin cömertlik denizlerinden bir damla bana yeter; Senin af nehirlerinden bir zerre bana kâfi gelir.
  **Ey Vedûd, ey Vedûd, ey Vedûd, ey şan ve şerefi her şeyden yüce olan Yüce Arş'ın Sahibi, ey Mübdi', ey Muîd, ey her şeyi dilediği gibi yapan Fa'âlün limâ Yürîd!
Arşının rükünlerini kaplayan nurun hürmetine, bütün varlıkları boyun eğdiren kudretin hürmetine ve her şeyi kuşatan rahmetin hürmetine Senden istiyorum. Senden başka ilâh yoktur, ey Muğîs, bize imdad et.
Ve bütün ömrüm boyunca işlediğim bütün günahları
ve lisanımın hatâlarını rahmetinle bağışla,
ey Erhamü'r-Râhimîn. Âmin.
Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah'ım
Sana mahsustur.